Ehlileştirmenin Bedeli: Doğal Tarım Paradoksu

Ehlileştirmenin Bedeli: Doğal Tarım Paradoksu

Doğal tarım olur mu yoksa her şey bir yanılsama mı?

I. Tarım: Uyum mu, Müdahale mi?

Şehirlerdeki insan nüfusunun dünya genelinde toplam popülasyonun yarısını geçtiği, büyük şehir ve metropollerdeki hayatın her gün daha da üzerimizde yük olduğu bu zamanlarda tarım pratikleri insanlar tarafından “doğal” diye nitelendirilmeye ve bu çerçevede övülmeye başlandı. Bu tavrın toplumsal psikolojiyi nasıl yansıttığı ile ilgili tartışmayı bir başka zamana bırakmakla birlikte, bu yazıda değerlendireceğimiz konu şu: Doğallığın sembolü gibi görünen tarımsal pratikler aslında insanoğlunun doğaya karşı işlediği ilk ve en büyük günah olabilir mi?

Eğer doğayı kendi haline bırakmayı ve sistemine dahil olmayanı insan eliyle dahil etmemeyi "doğallık” olarak tanımlarsak, o zaman tarımın başlı başına doğaya karşı işlenmiş bir mühendislik suçu olduğunu da iddia edebiliriz. Tohumu seçmek, zararlıyı uzaklaştırmak, toprağı kazmak, suyu yönlendirmek… Tüm bu eylemler, insanın doğaya “Ben de artık buradayım ve senden daha fazla söz sahibiyim” deme biçimi değil midir?

II. İlk Günah: Tarımın Doğuşu ve Antropojenik Kırılma

Bugünkü araştırmalar, insanlık tarihinin çok büyük bir kısmının avcı-toplayıcı olarak geçtiğini gösteriyor. Yani, insanoğlu doğa üzerine hâkimiyetini ilan ettiği son birkaç bin yıllık dönem haricinde çok daha uzun bir süre yalnızca doğanın bir kedi, kuş ya da balık kadar parçası olarak hayatını sürdürdü. Ta ki yaklaşık 12.000 yıl önce Bereketli Hilal'de tarıma başlayana kadar. Bu noktada ise “Neolitik Devrim” denilen o büyük sıçrama gerçekleşti.

Yazar ve siyaset bilimci James C. Scott, Against the Grain: A Deep History of the Earliest States (2017) adlı eserinde bu geçişi doğaya karşı bir tür “kölelik sözleşmesi” olarak tanımlar. Tarım, insanı bir yere bağlamış, özgürlüğünü elinden almış, doğanın ritmini bozmaya başlamıştır. Ona göre tarım, organize edilmiş ilk tahakküm biçimidir: bitkiler, hayvanlar ve insan emeği üzerinde.

Benzer şekilde Yuval Noah Harari, Sapiens kitabında tarımı “tarihin en büyük aldatmacası” olarak niteler. Tarımsal pratiklerin oluşması ve gelişmesiyle daha fazla insan beslenebilmiştir; lakin çoğunluk bunun bedelini hastalıklarla, eşitsizliklerle savaşarak ve doğanın hızla can vermesine tanıklık ederek ödemiştir ve ödemeye devam etmektedir.

III. Müdahale Ettiğimiz Bir Doğanın “Doğal Olan” Parçası Olabilir Miyiz?

Bugün “doğal tarım”, “organik ürün” veya “ekolojik üretim” gibi birçok etiketi kullanarak kendimize doğallığın ne olduğunu hatırlatmakla kalmayıp, doğallık güvencesini almaya çalışıyoruz. Ancak bu etiketlere sahip olabilen ürünler aslında üst düzeyde planlanmış, sürekli takip edilen ve gerektiğinde müdahale edilen kompleks süreçlerin sonucudur. Oysa doğanın kendi akışında böylesine planlı, sistemli, homojen bir üretim yoktur. 20. yüzyıl antropoloğu Claude Lévi-Strauss, 1964 yılında yayınlanan eserinde, kültür ile doğa arasındaki farkı pişmiş olan ile çiğ olanın ayrımıyla anlatır. Ona göre kültür, doğanın işlenmiş hâlidir.

Yani biz ne kadar doğaya benzediğimizi ve onunla tam bir uyum içerisinde olduğumuzu sansak da, yaptığımız her şey kültüreldir. Hatta doğayı taklit ettiğimiz hallerde bile, onu insan gözüyle filtrelemiş ve çoğunlukla yorumlamış oluruz. Neticede algıladığımız oranda bir şeyleri var edebiliriz.

Bu nedenle doğayla “tam uyumlu” tarım diye bir şey mümkün değildir. Bu yorum her ne kadar günlük olmayan akademik tartışmalara malzeme bir konuyu ele alsa da, sektörün paydaşı olan bizler için de mutlaka düşünülmesi, siz tüketicilerin de dikkatini çekmesi gereken bir mevzu. Fakat her ne kadar doğal olamasak da, bugün geldiğimiz noktada doğaya en az zarar veren, onunla çatışmayı en aza indirgeyen bir yaklaşımı benimsemek mümkündür. Bu yaklaşımı bazı agroekolojik hareketler temsil etmeye çalışsa da, onların kullandığı yöntemler dahi (örneğin kontrollü rotasyon, planlı örtü bitkileri, seçici tohumlar) doğanın kendi halinde olma durumundan maalesef uzaktır.

IV. Sürdürülebilirlik: İyileştirme mi, Hafifletme mi?

Sürdürülebilir tarım kavramı, doğaya zarar vermeden ve onu yıpratmadan uzun vadeli düşünerek üretim yapma amacı güder. Sadece tarım sektöründe değil, sürdürülebilirliği hedefleyen tüm sektörlerde temeldeki mesele üç aşağı beş yukarı bundan ibarettir. Ancak burada da yine büyük bir çelişki yatmaktadır. Eğer üretim yapılıyorsa, zaten bir müdahale söz konusudur ve doğanın kendi içindeki dengesi bozulmuştur. Tarım, doğanın devinimine dışarıdan bir el uzatmaktır ve her ne kadar doğal ve sürdürülebilir metotlar benimsenmiş olsa da müdahale, doğal olanı değiştirmektedir.

Burada önemli olan ise bu müdahalenin farkında olarak mı yoksa bilinçsizce ve umursamaz bir tavırla mı yapıldığıdır. Kapitalist sistemlerin parçası olan modern endüstriyel tarımda bu farkındalık yoktur. Bu metotla yapılan üretimde toprağı yoran, suyu tüketen, canlı çeşitliliğini azaltan sistemler hâkimdir. Ancak bazı üreticiler, özellikle butik iş yapan ve daha sürdürülebilir ve ekolojik dengeye saygılı üretim yapmaya çalışanlar sisteme dahil olmamayı tercih etmişlerdir. Bu üreticilerin üstlendiği görev oldukça zor olmakla birlikte takdir edilmesi ve desteklenmesi gereken bir çabadır. Ancak bu yaklaşım dahi doğaya dönmekten ziyade onunla daha bilinçli bir mesafe kurmak anlamına gelir. Bu da sanırım 21. yüzyılda insanlığın geldiği noktada yapabileceğimiz en iyi şey.

V. Sonuç: Doğaya Karşı Değil, Onunla En Uyumlu Halimiz

Tarımın doğaya karşı bir eylem olduğunu kabul etmek, tarımı reddetmek anlamına gelmez. Yazımızda bu ana dek tartışmaya çalıştığımız konunun bu şekilde anlaşılmasını istemeyiz. Tam tersine, bu farkındalık sayesinde daha etik, daha şeffaf ve daha sorumlu bir üretimin mümkün olacağına inanıyoruz.

Philema’s olarak biz biliyoruz ki:

“Bir zeytin dalı sadece barış değil, aynı zamanda insanın doğayla olan zorlu ilişkisini de temsil eder.”

Biz ne doğaya hükmettiğimizi sanıyoruz ya da bunu istiyoruz, ne de onun bir parçası olduğumuzu unutuyoruz. Her üretimde bir iz bırakıldığının bilincindeyiz. Mesele o izin ne kadar derin ve ne kadar onarılamaz olduğunda.

Kaynakça:

  1. James C. Scott, Against the Grain: A Deep History of the Earliest States, Yale University Press, 2017.
  2. Yuval Noah Harari, Sapiens: A Brief History of Humankind, Harper, 2015.
  3. Claude Lévi-Strauss, The Raw and the Cooked, University of Chicago Press, 1969.
  4. Jared Diamond, Guns, Germs and Steel, W. W. Norton & Company, 1997.
  5. Fikret Berkes, Sacred Ecology, Routledge, 2012.
  6. Vandana Shiva, Staying Alive: Women, Ecology and Development, Zed Books, 1988.

 

Blog Yazıları içindeki tüm yazıları gör

0 yorum

Yorum bırakın

Not: Yorumlar yayınlanmadan önce onaylanır.